Bakî’nin
Dilinden Kanûnî’nin Son Seferi: Fezâil-i Cihâd’da Yer Alan Sigetvâr-Nâm
Mücahit KAÇAR
Doç. Dr., Amasya Üniversitesi,
Fen-Edebiyat Fakültesi,
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü,
mukac80@gmail.com.
Özet
Anahtar Kavramlar: Bâkî, Sigetvar,
Sigetvar-nâme, Fezâil-i Cihâd.
A TEXT ABOUT SULEIMAN THE MAGNIFICENT’S
LAST CONQUEST WRITTEN BY BAKÎ
Abstract
The last battle of the Suleiman The
Magnıfıcent, one of greatest Ottoman sultan, was the conquest of the castle
Szigetvar. After the conquest of Szigetvar castle, the books about the conquest
of Szigetvar castle were written.There are a few texts in Classical Otoman
Literature about this event. The most famous of these works are Feridun Ahmed
Bey’s Nüzhet-i Esrâr-ı Ahyâr der-Ahbâr-ı Sefer-i Sigetvâr’ı, Âgehî’s
Fetih-nâme-i Kal’a-i Sigetvâr’ı, Merâhî’s Fetih-nâme-i Sigetvâr and Mustafâ
Âlî’s Heft-Meclis. One of these texts is Fezail-i Cihad which describes the
concept of jihad in Islam is important book written by Bakî. At the beginning
chapters of this book, Bâkî praises the emperor and his grand vizier. This
section describes the conquest of Szigetvar castle by Suleiman the Magnificent.
According tocurrentknowledge, this text can be the firstbook written about the
conquest of Szigetvar castle. In this study, after a shortly description of the
Works about the conquest of Szigetvar castle, the content of Bâkî’s text
compared with other works. In the last chapter, The new letter form and
simplified form of the text will be submitted to the attention of researchers.
GİRİŞ
Kanunî Sultan Süleymân’ın son seferi olarak
anılan Sigetvar seferi ve bu seferde yaşanan önemli olaylar Türk edebiyatında
Sigetvâr-nâmeler olarak bilinen müstakil bir türün ortaya çıkmasına sebep
olmuştur. Kanunî’nin Sigetvar kalesi kuşatması sürerken ölmesi, Sadrazam
Sokullu Mehmet Paşa’nın bu olayı ordudan 48 gün boyunca saklayabilmesi ve
kalenin fethinden sonra orduyu sağ salim getirip Sultan II. Selim’e teslim
etmesi Sigetvar-nâmelerde ayrıntılı bir şekilde kaleme alınmış, Feridun Ahmed
Bey’in Nüzhet-i Esrâr-ı Ahyâr der-Ahbâr- ı Sefer-i Sigetvâr’ında ise bu seferde
yaşanan önemli olaylar 19 minyatürle resmedilmiştir.
Müstakil Sigetvar-nâmelerin bilinenleri şunlardır:
Feridun
Ahmed Bey; Nüzhet-i Esrâr-ı Ahyâr der-Ahbâr-ı Sefer-i Sigetvâr(Arslantürk-
Börekçi 2012)
Âgehî;
Fetih-nâme-i Kal’a-i Sigetvâr (Özcan-KNaç 2012; Naç 2013)
Merâhî;
Fetih-nâme-i Sigetvâr (Arslantürk- Kaçar 2012)
Gelibolu’lu
Mustafâ Âlî; Heft-Meclis (Eravcı 2010)
Müellifi
bilinmeyen Heft Dâstân (Kararmaz 1996)
Bu çalışmada müstakil Sigetvar-nâmeler
içinde yer almayan fakat Bâkî gibi önemli bir şâirin kaleminden çıkan ve süslü
nesir türünün en güzel örneklerinden biri olup Kanûnî’nin Sigetvar seferini
anlatan bir metin araştırmacıların dikkatine sunulacaktır. Çalışmamızda
metnimizin muhteva analizi kısmında yeri geldiğince bu müstakil
Sigetvar-nâmelerden de alıntılar yapılmıştır. Bu eserlerle ilgili çalışmalarda
hem eserlerin kendileri hem de diğer Sigetvar-nâmeler hakkında ayrıntılı
bilgiler sunulduğu için çalışmamızda bu eserlerin tanıtımlarına dâir ayrı bir
bölüm açılmamış yalnız yeri geldiğinde konuyla alakalı olarak bu eserleri
tanıtıcı bilgiler sunulmuştur.
Kanûnî devrinin ve Türk Edebiyatının büyük
şâiri Bâkî, sadece şâirliği ile değil mensur yazılarıyla da övgüyü hak eden
önemli bir Osmanlı münevveridir. Kendisinin Fezâil-i Cihâd isimli tercümesi,
onun Arapça’ya olan hâkimiyetini ve düz yazıdaki ustalığını göstermektedir.
Bâkî, tercümesini H. 22 Rebîülevvel 975/ M. 26 Eylül 1567’de tamamlamış ve bunu
eserinin son bölümünde belirtmiştir. Bu da H. 21 Safer 974/ M. 7 Eylül 1566’da
vefat eden Kanûnî’nin ölümünden yaklaşık bir sene sonra bu eserin kaleme alındığını
göstermektedir. Müstakil Sigetvar-nâmelerden iki tanesinin yazılış tarihleri
bellidir. Bunlardan Feridun Ahmed Bey’in Nüzhet-i Esrâr’ı H. 13 Receb 976 / M.1
Ocak 1569 tarihinde kaleme alınmışken, Gelibolu’lu Mustafâ Âlî’nin
Heft-Meclis’i ise H. 980
/ M. 1573 yılında yazılmıştır. Bâkî’nin
metni bu iki eserden de önce kaleme alınmıştır. Diğer Sigetvar-nâmelerin telif
tarihi bilinmediği için Bâkî’nin metninin telif tarihi bilinen ilk
Sigetvar-nâme olduğunu söyleyebiliriz.
Çalışmamızda Fezâil-i Cihâd’da bulunan bu
bölümün çeviri yazı metniyle birlikte günümüz Türkçesiyle sadeleştirilmiş şekli
aşağıda ayrıca verilecektir. Fakat öncesinde bu bölümün muhtevasının müstakil
Sigetvâr- nâmelerle ve bu konuda yayımlanmış bilimsel çalışmalarla
karşılaştırılmasından oluşan muhteva analizi sunulacaktır.
1. Fezâil-i
Cihâd
Fezâil-i Cihâd, tercüme bir eserdir. Bâkî,
Ahmed b. İbrâhîm (ö. H. 814/M.1412) tarafından kaleme alınan Meşâri’u’l-Eşvâk
ila Mesâri’u’l-Uşşâk isimli Arapça eseri Fezâil-i Cihâd ismiyle Türkçeye
tercüme etmiş ve eserini H. 22 Rebîülevvel 975/ M. 26 Eylül 1567’de
tamamlamıştır. Tercümenin bitiş tarihi eserin son bölümünde özellikle
belirtildiği için bütün nüshalarda görülmektedir. Fezâil-i Cihâd’ın
kütüphanelerde onlarca nüshası bulunmaktadır. Merhum Cevdet Dadaş, doktora tezi
olarak hazırladığı bu tercümenin müellif nüshasının Fatih Millet
Kütüphanesi’nde bulunduğunu söylemekte ve metnini bu nüshaya dayandırmaktadır
(Dadaş 1995: XXXV). Fakat kendisinin bu hükme eserin sonunda yer alan “kad
vaka’al-ferağu mine’t-tahrîri alâyed-i mütercimihi’l- fakîri ilâ rahmet-i
Rabbi’l-aliyyi’l-kebîr Abdulbâkî…” ifadesinden ulaşması yanlış olmuştur. Zira
bu ifade bütün nüshalarda yer almaktadır.2
Bâkî, bu tercümede eserin isminden de
anlaşılacağı üzere Allâh yolunda cihâd etmenin faziletlerinden bahsetmektedir.
Fezâil-i Cihâd, asıl eserle uyumlu olarak bir mukaddime, otuz üç bâb ve bir
hatimeden oluşmaktadır.
Bâkî tercümeye başlamadan önce süslü nesrin
güzel bir örneğini verdiği bölümde, cihadın faziletlerinin anlatıldığı Fezâil-i
Cihâd’ı kaleme alma sebebini anlatmaktadır. Tercümenin aslını oluşturan 33
bâblık bölümde kaynak metne bağlı kalan Bâkî, mukaddime kısmında kendi özgün
tarzını yansıtarak bu bölümü uzun tutmuştur. Bu bölümde padişahı ve sadrazamını
süslü bir nesirle, arada şiirler de kullanarak öven Bâkî, bir de Sigetvar
kalesinin fethini anlatan 5-6 sayfalık bir bölüm kaleme almıştır. Bâkî, paşanın
bu Arapça eseri çok beğendiğini, bu yüzden de kendisinin eseri tercüme etmeye
çalıştığını ifade eder. Bâkî’nin tercüme bölümden ayrı olarak kaleme aldığı bu
giriş bölümünde Sigetvar seferinin önemli noktaları edebî bir dille ve süslü
nesirle ifade edilmiştir.
2. Muhtevâ
Analizi
Çalışmamızın bu bölümünde, Bâkî’nin
Sigetvar kalesinin fethiyle ilgili metninin değerlendirilmesi yer alacaktır.
Çalışmanın sonunda metnin çeviriyazı ve sadeleştirilmiş şekilleri verildiği
için, sadece yeri geldikçe metinde önemli olan hususların sadeleştirilmiş
kısımlarının alıntılanması yoluna gidilecektir. Bu bölümde metinden çıkarılan
sonuçlar, müstakil Sigetvar-nâmelerde ve tarihi kaynaklarda yer alan bilgilerle
karşılaştırılacaktır.3 Bu
2 Merhum
Cevdet Dadaş tarafından doktora tezi kapsamında hazırlanan bu tercümenin metni
maalesef yanlış okumalarla doludur. Hem tezin yayınlanmamış olması hem de bu
yanlış okumalar yüzünden, Bâkî’nin Fezâil-i Cihâd’ının yeniden bilimsel bir
çalışma kapsamında ele alınıp yayınlanması gereğini düşünerek bu işe giriştik. Bâkî’nin
bu değerli eserinin metni, nesre çevirisi ve tıpkıbasımı tarafımızca yayıma
hazırlanmakta olup yakın zamanda Büyüyenay Yayınları tarafından
yayımlanacaktır. Bâkî’nin diğer önemli bir eseri olup hâlen metni yeni harflere
kazandırılmamış olan Fezâil-i Mekke’sinin de Arş. Gör. Halil Sercan Koşik
tarafından bir doktora tezi çalışmasına konu edilmesi Bâkî’nin bu iki önemli
eserinin edebiyat dünyasına kazandırılması bakımından önemlidir. İlgili çalışma
için bkz: Halil Sercan Koşik, “Baki'nin Arapçadan Tercüme Mensur Bir Eseri:
Fezii'il-i Mekke Yahut el-İ'lam bi-A'lami Beledillahi'l-Haram Tercümesi”, Dil
ve Edebiyat Araştırmaları Dergisi, 2014, S.10, s.131-148.
3 Bu
bölümde tarihî bilgilerin sunumunda Ahmet Kerim Demireğen tarafından hazırlanan
ve Sigetvar seferini tarihî
kaynaklardan takip eden Yüksek Lisans
çalışmasından yararlanılmıştır. İlgili çalışma için bkz: Ahmet Kerim Demireğen,
Kanuni
bölümün hazırlanmasındaki amaç, Bâkî’nin
metninin genel özelliklerini vermek ve eserde yer alan bilgilerin doğruluğunu
ve tarihi bilgilerin ne kadarını aktardığını göstermek olduğu için Bâkî’nin
metninde yer almayan bilgilerin sunulması yoluna gidilmemiştir. Bu yüzden sefer
yolculuğu sırasında yapılan köprüler, savaş için yapılan hazırlıklar, yol
üzerinde karşılaşılan ilginç durumlar, savaşın aşamaları vd. unsurlar bu
çalışmada ele alınmayacaktır. Bu bilgiler için çalışmamızda işaret edilen
kaynaklar incelenebilir.
2.1. Seferin
Sebebi
Bâkî, Kanunî’nin bu sefere çıkmasının
sebebi olarak padişahın ömrünün son yıllarında sefere çıkmamasından cesaret
alan kâfirlerin vergilerini ve haraçlarını ödemelerinde ihmalkârlık yapmalarını
göstermektedir. Bâkî’nin aktardığına göre Kanûnî ömrünün son yıllarında sefere
gitmek yerine avlanmaya merak salmış; bunu duyan kâfirler de bu durumu
padişahın ihtiyarlık yüzünden sefere çıkamayacak kadar hasta ve halsiz olmasına
bağlamışlardır. Kâfirler bu yüzden her zamanki vergilerini vermemek yahut
geciktirmek yolunu tercih ederek boş hayallere kapılmışlardır. Bâkî, bu durumu
“Bu lanetli topluluğun başlarından kılıç ve baltayı birkaç gün eksik edip
başlarını taşla ezip çamura bulandırmayınca ve altı dilimli topuz şahinini
kafalarına kondurmayınca imkânsız hayaller kurduran kuşlar, bunların akılsız
kafalarının yuvalarına yumurtladı” şeklinde özetlemektedir.
Bâkî’nin seferin sebebi olarak zikrettiği
bu husus, tarihi kaynaklarda ve müstakil Sigetvar-nâmelerde de
dillendirilmektedir. Fakat Gelibolulu Mustafa Âli, Feridun Ahmed Bey, Agehi
gibi Sigetvar-nâme yazarları ve Peçevî gibi tarihçiler bu seferin sebebi olarak
Bâkî’nin işaret ettiği husus yanında bir de Sigetvar kalesindeki kuvvetlerin
Osmanlı sınırında yağma ve çapulculuk yaptıklarını, halka zarar verdiklerini
bildirmektedirler (Demireğen 2006: 31). Bâkî, eserinde bu hususa hiç değinmemiştir.
2.2. Sadrazam
Ali Paşa’nın ve Sokullu’nun Savaşa Karşı Tavırları
Bâkî, eserinde yukarıda bahsi geçen
olayların yaşandığı zamanda sadrazam olan Ali Paşa’ya yönelik eleştirel ve
suçlayıcı bir dil kullanmaktadır. Bâkî’nin aktarmasına göre, Sadrazam Ali Paşa,
kâfirlerin bu hallerini bildiği halde, padişahı bu durumdan haberdar
etmemiştir. Bâki bu bölümde Ali Paşa’nın böyle davranmasıyla ilgili olarak “Ali
Paşa, şişmanlık hastalığı ve vücudunun ağırlığı sebebiyle sefere çıkmaya ve
huzurunun kaçmasına sebep olacak olayları yaşamaktan korktuğu için kâfirlerin
bu hallerini padişahın yüce makamına olduğu gibi aktarmıyor, sürekli barış
yollarını takip ediyordu” demektedir.
Bâkî, Ali Paşa’nın ölümü sonrasında
sadrazam olan Sokullu Mehmed Paşa’yı ise divan edebiyatında örnekleri çok
görülen mübalağalı bir şekilde övdükten sonra Sokullu’nun göreve gelir gelmez
kâfirlerin hallerinden haberdar olduğunu ve bunu hiç geciktirmeden Kanûnî’ye
arz ettiğini söylemektedir. Bâkî’nin Ali Paşa’ya karşı takındığı tavrın benzeri,
Feridun Ahmed Bey’in Nüzhet-i Esrâr-ı Ahyâr der-Ahbâr-ı Sefer-i Sigetvâr isimli
eserinde de görülmektedir. Feridun Ahmed Bey, kâfir elçilerinin krallarına
gönderdikleri mektuplarda Ali Paşa için “mübtelâ olduğu lahâmet ü şahâmet ve
simân-ı ebdân ü cesâmeti mümâna’atı ile ata binmeğe mecâli
Sultan Süleyman’ın Sigetvar Seferi
(Hazırlıklar ve Fetih), (Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Konya, 2006.
olmaduğına suret-i hâli sîret-i
mâ-fi’l-bâline delâil-i hâl ve şevâhid-i ahvâldür (Arslantürk-Börekçi 2012:
88)” diye yazdıklarını aktarmaktadır. Feridun Ahmed Bey, kâfirlerin vergilerini
hediye olarak göndermeleri karşısında Ali Paşa’nın “fıtratında gayret ve
cibilletinde celâdet olmamağla “hazînedür gelsün. Gerek harâc tarikiyle olsun
gerekse pîşkeş adıyla olsun ne tefâvüt ider(Arslantürk-Börekçi 2012: 89)”
dediğini aktarmaktadır. Sigetvâr seferiyle ilgili kaynakların tümünde ise
Sokullu’nun göreve gelir gelmez padişahı durumdan haberdar etmesi ve savaşa
teşvik etmesi hususu zikredilmektedir. Hatta Sokullu, Semiz Ali Paşa’nın
yaptığı anlaşmanın devam eden müzakereleri için gelen elçilere, bu anlaşmanın
padişahın onayı olmadığı için uygulanamayacağını bildirerek vergilerini
geciktirmeleri durumunda da savaşa hazır olmalarını bildirmiştir. (Demireğen
2006: 29).
2.3. Sefere
Çıkılması ve Ordunun Tasviri
Bâkî’nin eserinde sefere çıkılmasıyla
ilgili bölüm geniş yer tutmaz. Bâkî, Sokullu Mehmet Paşa’nın padişahı durumdan
haberdar etmesinden sonra Kanûnî’nin her tarafa fermanlar göndererek askerleri
savaşa hazır hale getirdiğini ve ordunun hemen yola çıktığını aktarmaktadır.
Bâkî, askerlerin çokluğunu bir denize benzeterek ordunun hareketini de denizin
dalgalarının hedefe varmak için birbirinin üstüne çıkmaya çalışması şeklinde
tasvir etmektedir. Diğer Sigetvar-nâmeler ve tarihî kaynaklarda ise bu seferin
bütün aşamaları ve sefer esnasında yaşananlar uzun uzun anlatılmaktadır
(Demireğen 2006: 32-58).
Kaynaklarda dikkat çeken bir hususu
çalışmamızla da alakası olması bakımından buraya almak istiyoruz. Padişahın
çıktığı bu son seferde ona kasideler sunmak ve dualar etmek üzere bekleyen
şâirler ve âlimler içinde Bâkî de bulunmaktaydı. Kânûnî’nin en çok sevdiği
şâirlerden olan, kendisi de çalışmamızın ilgili bölümünde işaret edeceğimiz
üzere padişahın ölümü üzerine çok hisli bir mersiye yazacak kadar sultanına bağlı
olan Bâkî, Kânûnî’ye şu şiirini sunmuştur (Demireğen 2006: 46):
1. Bahâr-ı
‘âlem-i vuslatda ol sultân-ı hûbânı Temâşâ itdügüm gündür bana nev-rûz-ı
sultânî
2. Bahâr
oldı dem-i seyr ü temâşâdur hudâvendâ Semend-i ‘azmüñ itsün ‘ arsa-i ‘ âlemde
cevlânı
3. Yüri
Rûm illerin seyr it hırâmân eyle yanuñca ‘Âlem gibi sehî-kâmet nigâr-ı
pâk-dâmânı
4. Nihâl-i
serv-i bâğ-âsâ nesîm-i feth ü nusretden Salınsun nâz ile nîzeñ hırâmânî
hırâmânî
5. Cihânuñ
hâr u hâşâkin götürsün ab-ı şemsîrin Gül-istân eylesün rûy-ı zemîni düşmenüñ
kanı
6. Felekden
seyr idüp rezmüñ disün Behrâm-ı hasm-efgen Hezâr ahsent ey rûz-ı vegânuñ merd-i
meydânı
7. Du’âmuz
oldur ey Bâki hatâdan saklasun Bârî
Hudâvend-i cihân sultân-ı ‘ âdil Şeh
Süleymânı (Küçük 1994 : 291)
Bâkî’nin sultana sunduğu bu son gazelde,
sultanı savaşa çıktığı için övdüğü, kendisine zafer dilediği ve sağ salim
dönmesi için Allâh’a dua ettiği görülmektedir. Gazeli şu şekilde nesre
çevirebiliriz:
1. Kavuşma
âleminin baharında o güzeller güzeli sultanı temâşâ ettiğim gün, benim için
sultanla kutlanan nevruzdur.
2. Ey
Pâdişah! Bahâr geldi gezip tozma zamanıdır. Azim atın âlem arsasında gezinmeye
çıksın.
3. Yanında
düzgün boylu ve namuslu güzeller olduğu halde yürü de Rûm illerini salınarak
gezin biraz.
4. Bağdaki
servi fidanı gibi senin de mızrağın Allâh’ın yardımı ve fethiyle nazlı nazlı
salınsın.
5. Kılıcının
suyu cihandan toz toprağı süpürsün. Düşmanların kanı yeryüzünü gül bahçesine
çevirsin.
6. Düşmanlarını
yere yıkan Behrâm, gökyüzünden senin savaşını izlesin de sana “Ey savaş gününün
kahramanı binlerce kez aferin sana!” desin.
7. Ey
Bâkî, Cenâb-ı Hakk’a duamız budur: Allâh, cihanın sultanı ve adaletli şahı olan
Kanûnî Sultan Süleymân’ı belâdan korusun.
2.4. Savaşın
Başlaması ve Kalenin Fethedilememesi
Bâkî, Sigetvâr kalesini kuşatan askerlerin
buraya kadar nasıl geldiklerini ve yolda yaşananları hiç anlatmadan doğrudan
savaşın başladığı sabahtan önceki geceyi ve savaş başlamadan önceSigetvâr
kalesinin çepeçevre kuşatılmasını anlatır. Bâkî, metin boyunca her fırsatta
edebî tasvirler yapmaktadır. Örneğin savaşın başlayacağı sabah, güneşin doğuşu
özellikle savaş terimleri seçilerek “Savaş gününün kutlu gününün sultanı,
güneşin feleği döven topuyla parlak sarayı feth edip sabah vaktinin kalesinin burcuna
bayrağını dikti.” şeklinde tasvir edilmektedir.
Dört bir tarafı Almas Nehri ile bataklık ve
sazlıklarla kuşatılan, bu yüzden de “Ada Kalesi” anlamına gelen Sigetvar; kale,
eski şehir ve yeni şehir olmak üzere üç bölümden oluşmaktaydı. Her kısmı birbirine
köprüler ile bağlı olup kale denilen bölümde bir de iç kale
bulunmaktaydı.Sigetvar Kalesi’nin diğer kalelere nazaran zorluğu etrafının
tamamının su ile çevrilmiş olmasıydı (Demireğen 2006: 59).Bâkî, belki de
Sigetvâr’ın sazlıklarla çevrili bir nehrin ortasında olduğunu vurgulamak
amacıyla, ordunun mızraklar ve sivri çadırlar arasındaki görüntüsünü “ney”
yapmaya yarayan sazlıkların ve kamışların bulunduğu bir yere benzeterek
askerleri de bunlar arasında dolaşan birer aslan ve kaplan şeklindetasvir eder.
Sigetvâr’ın nehir ortasında olmasına ve
Osmanlı ordusunun bu kaleyi çepeçevre kuşatmasına işaret eden Bâkî, kaledeki
kâfirleri “deniz ortasında veya ejderhanın vücudu arasında kalıp yutulmayı
bekleyen” kimseler olarak görür ve kaledekilerin teslim olmak yerine savaşmayı
tercih ettiklerini, İslâm askerlerinin de düşmanları yakan kılıçları ve
toplarıyla kaleyi ateşe verdiklerini, savaşın şiddetli geçtiğini ve Osmanlı
askerinin de şehit verdiğini aktarır.
Bâkî’nin hem Sigetvâr kalesini tasviri, hem
de savaşın şiddetini anlattığı bu sahneler diğer Sigetvâr-nâmelerle ve tarihî
kaynaklarla uyum içindedir. Hatta Sokullu Mehmed Paşa ile beraber olup bizzat
Sokullu tarafından savaşı betimlemesi istenen Feridun Ahmed Bey, Nüzhet-i
Esrâr’da Bâkî’nin bu anlattıklarını gösteren minyatürleri de eserine
eklemiştir. Aşağıda kalenin nehir ortasındaki durumunu ve Osmanlı ordusu
tarafından kuşatılmış görüntüsü ile Osmanlı ordusunun kaleye ateş yağdırmasını
tasvir eden iki minyatür görülmektedir (Arslantürk- Börekçi 2012: 122, 133):
2.5. Kanunî’nin
Ölümü ve Sokullu’nun Duâsı
Bâkî, savaşın şiddetli bir şekilde sürdüğü
anlarda pâdişâhın öldüğüne işaret etmektedir. Bu durum, “Dirilten ve öldüren
O'dur. O'na döneceksiniz. (Yûnus, 56) ayetinin makamından (Rabbine) Dön! (Fecr,
28) nidası yetişti ve cihan sultanı olan Kanunî Sultan Süleymân cihan tahtından
Rıdvan cennetlerinin otağlarına salınarak gitti. Yüce sultan bu toprak
merdivenlerden Cenâb-ı Hakk’ın bağışlama sarayına yükselerek Onlar yüksek
mertebeler içinde güvendedirler (Sebe, 37)ayetinde durumları belirtilen
dostlarının yanındaki makamına gitti.” şeklinde anlaşılabilecek cümlelerle
gayet kısa ifade edilir.
Bâkî’nin aksine diğer Sigetvar-nâme
yazarları Kânûnî’nin ölümünü daha ayrıntılı ve uzun cümlelerle ayrı başlıklar
açarak anlatmışlardır. Bâkî bu haberin sadrazama sabah namazı esnasında
bildirildiğini söylemekle yetinir. Diğer kaynaklarda Sokullu’nun bu haber
üzerine oldukça büyük üzüntü yaşadığı anlatılmaktadır. Örneğin Meryem Kararmaz
tarafından yüksek lisans tezi olarak hazırlanan Heft Dâstân metninde Sadrazam
Sokollu Mehmed Paşa’nın Kanuni Sultan Süleyman’ın ölüm haberini aldığında
yaşadıkları şöyle tasvir edilir:
“Vâktâki bu peyâm-ı hettâk sem’-i veziri-i
derrake yetişdi. Derdile âh idüp heman yakasın çak ve hasretle figan kılup
yüzün hak itdi. Tâc u efser-i derdser ve hilat u kemer sengden girân-ter gelüp
yabana atdı. Gâh esk-i rengin ile güher-i çesmin la’lin idüp âh ve vâh enin u
hazin ile kafür u ruhsarın anber gibi kıldı. Ol kadar ağladı ki merdüm çesmi
nilüfer misal âb içinde kaldı. Sol mertebe âh-ı siyah itdi ki ayn-ı âftâb gibi
sehab arasına taldı (Kararmaz 1996’dan akt. Demireğen 2006: 72)”.
Sokullu Mehmed Paşa’nın, “Sırrına koruyucu
talep edersen, onu yaymış olursun.” hikmetli sözüne uyarak bu haberin
yayılmaması için büyük çaba gösterdiğini ifade eden Bâkî, Sokullu’nun bu haberi
nasıl gizlemeye çalıştığını söylememektedir, fakat diğer kaynaklar bunu oldukça
ayrıntılı şekilde anlatmaktadırlar.Buna göre Sokollu Mehmed Paşa, ölüm haberini
vezirlerden bile gizli tutmuş, bu esnada mevcut durumun devam edebilmesi için
tayinler yapmış, savaşta yararlığı görülenlerin mertebelerini yükseltmiş,
padişahın sağlığı ile ilgili askerin durumunu kontrol etmek amacıyla ordu içine
casuslar yerleştirerek bu casuslar vasıtasıyla alınan haberlere göre hareket
etmiş ve bunun için de her türlü şüpheyi dağıtacak şekilde sahte fermanlar
düzenletmişti (Demireğen 2006: 72-80).
Bâkî, Sokullu Mehmet Paşa’nın zafere bu
kadar yaklaşmışken ölen padişahın haberinin duyulmaması ve savaşı kazanabilmek
için Cenâb-ı Hakk’a dua ettiğini de bir şiirle ifade etmektedir. Buna benzer
bölümler, diğer Sigetvar-nâmelerde de yer almaktadır. Bâkî’nin metninde yer
alan bu dua bölümü, çalışmamızın sonundaki sadeleştirilmiş metin ve çeviriyazı
metin bölümlerinden takip edilebilir.
2.6. Kalenin
Fethi, Ordunun Geri Dönüşü ve Sultan Selim’in Tahta Çıkışı
Bâkî, Sokullu’nun duasından sonra ordunun
zafer kazandığını oldukça edebî ve etkileyici bir üslupla aktarmaktadır. Bu
bölüm, diğer kaynaklarda da benzer şekilde ele alınmaktadır. İlgili bölümün
sadeleştirilmiş şeklini aşağıya alıyoruz:
“Cenâb-ı Hakk’ın fermanıyla ‘ve şüphe yok
ki bizim ordumuz, elbette üstündür. (Saffât, 173)’ âyetinin sırrı ortaya çıktı.
Allâh’ın yardımına mazhar olan askerler Sigetvar kalesini toplarla döve döve
din ve devlet düşmanlarının elinden kurtardılar. Düşmanların kanlarını mahvolma
arsasına dökerek başlarını da yokluk atının eyerine bağlı olan tasmaya astılar.
Savaş meydanının en iyi at binicileri olan kahraman askerler, fırsattan
yararlanarak kaçmaya çalışan lanetli kafirleri de rüzgar gibi koşan ve savaş
meydanında ateşler saçan atlarının ayakları altında ezerek akılsız kafalarının
taslarından dağ ve çöllerde yaşayan vahşi ve yırtıcı hayvanlara ve gökteki
kuşlara ziyafet sofraları hazırladılar.”
Bâkî, Sokullu Mehmed Paşa’nın zafer
kazanılmasında yararlılık gösteren askerlere ihsanda bulunduğunu ve daha sonra
terfi ettirmek üzere isimlerini kaydettirdiğini aktarmaktadır. Bunu anlattığı
bölümde kullandığı kelimeler, divan edebiyatının geleneksel tarzını
yansıtmaktadır. Örneğin Bâkî, Müşteri/Jüpiter karakterli olarak andığı
sadrazamın huzurunda bir ellerinde kanlı kılıç, diğer ellerinde de düşman
askerlerinin kesik başları bulunan askerleri Merîh/Mars gezegenine, bunların
isimlerini yazan kâtibi de Utarid/Merkür’e benzetmektedir. Zira divan şiiri
geleneğinde, güneş sultandır; ay da bu sultanın veziri, Merkür/Utârid kâtibi,
Venüs/Zühre çalgıcısı, Mars/ Mirrîh komutanı, Jüpiter/Müşterî kadısı ve
Satürn/Zühal de hazinecisi olarak kabul edilmiştir (Şentürk 1994: 131-180).
Kızıl gezegen olan Mars/Merîh, aşağıdaki örnekte de görülebileceği üzere
minyatürlerde sağ elinde kılıç sol elinde kesik bir insan başı bulunan bir
savaşçı olarak tasvir edilir.4
4 http://fusungulesen.blogspot.com.tr/2011/07/burclar.html
(01.04.2015)
Bâki, çevre şehirlerde bu garip ve kıyamet
gibi dehşetli fethin haberini işiten isyankârların kaplumbağa gibi başlarını
kabuklarına çektiklerini ve insanlara eziyet vermekten hoşlanan yılan tabiatli
düşmanların da uğursuz başlarını siyaset taşıyla ezilmesi korkusundan
deliklerine geri soktuklarını söyler.
Sokullu Mehmed Paşa’nın zaferin
kazanılmasından sonra, Şehzâde Selim tahta geçene kadar padişahın öldüğü
haberinin duyulmaması için yeni fethedilen kalenin güvenliğinin sağlanması ve
tamir edilerek kullanılır hale getirilmesi gibi işlerle orduyu bir müddet daha
oyalayıp Kanunî Sultan Süleyman yaşıyormuş gibi davrandıktan sonra yola çıkmak
için hazırlıkları tamamlattığını ifade eden Bâki, sadrazamın cihan padişahından
ayrılmanın acısının yakıcılığıyla, bağrı gonca gibi kanlı ve gönlü lale gibi
dağlanmış ve mahzun olduğu halde, hikmet ve maslahat gereği kendini halka gül
gibi güleç, mutlu ve neşeli gösterdiğini de ifade eder.
Metnin son bölümünde, Sokullu’nun tam
tamına kırk sekiz gün boyunca büyük gayret göstererek padişahın öldüğü haberini
kendisinden bile gizleyerek sır perdesinde sakladığını, uygunsuz haberlerin
yayılmasını ustalıkla engellediğini ve yüzünün akıyla padişahın emaneti olan
ordusunu ve hazinesini Osmanlı devletinin yeni sultanı olan II. Selim’e teslim
ettiğini anlatan Bâkî, bu bölümde Sokullu’yu ve II. Selim’i uzun sıfatlarla
över. Sokullu’nun Sultan Selim Hân tarafından da sadrazam atandığını ve böylece
iki büyük sultanın sadrazamı olmak gibi büyük bir şerefe nâil olduğunu ifade
eden Bâkî, son bölümde de II. Selim’in tahta geçtikten sonra askerlerini ve
halkını emniyete ve huzura kavuşturup onları sonsuz iyilikleriyle koruyup
gözeterek şerefli dedelerinin âdetini aynen uyguladığını ifade eder. Bâkî’nin
bu son bölümde söyledikleri diğer Sigetvar-nâmeler ve tarihî kaynaklarla
paralellik göstermektedir.
3. Sonuç
ve Değerlendirme
Bâkî’nin Fezâil-i Cihâd isimli tercüme
eserinin baş tarafına kendisinin eklediği, Sigetvar-nâme özelliği gösteren bu
metin, çalışmamızda da görüldüğü üzere tarihî kaynaklarda yer alan bilgilerle
paralellik göstermektedir. Kanûnî’nin tarih kitapları ve müstakil
Sigetvar-nâmelerden takip edilebilen son seferinin Bâkî gibi üstâd bir şâirin
ve iyi bir edîbin süslü kaleminden dökülmüş cümlelerle oluşturulan edebî bir
metinden de delillendirilmesi imkânını veren bu eser, H. 22 Rebîülevvel 975/ 26
Eylül 1567’de tamamlanmıştır. Yani, H. 21 Safer 974/ M. 7 Eylül 1566’da vefat
eden Kanûnî’nin ölümünden yaklaşık bir sene sonra kaleme alınan bu eser, aynı
zamanda müstakil Sigetvar-nâmelerden önce yazılmış olma özelliğiyle de birinci
el kaynak olma durumundadır. Çalışmamızda metnin özellikle edebî yönüne dikkat
çekmeye çalıştık; zira Bâkî gibi bir şâirin kaleminden çıkan ve diğer
kaynaklara nazaran farklı ve şaşırtıcı bir bilgi barındırmayan bu metnin, diğer
müstakil ve tafsilatlı Sigetvar-nâmelere göre ağır basan yönü, edebîliğidir. Bu
metnin neşriyle, Sigetvar seferiyle ilgili kaynak bir metnin daha
araştırmacıların faydasına sunulmuş olması da çalışmanın en somut neticesidir.
4. Günümüz
Türkçesiyle Sadeleştirilmiş Metin
Bu zor ve şerefli işe girişmemin sebebi
şudur: Şu anda cennet bahçelerindeki odalarda yaşayan merhum sultanımız yani
yüce fermanlar sahibi olan dindar halife, felek kadar yüce padişah, askerleri
yıldızlar kadar çok olan şahlar şahı, yüce hilafet makamında oturan, yücelik ve
büyüklük iklimlerinin komutanı, saltanat ve cihan hükümdarlığı bayrağını havaya
kaldıran, Kur’ân-ı Kerîm’in fetih ve yardım ayetlerinin mazharı, iyi talihli,
kendi zamanında her yere hükmeden, Satürn gezegeni kadar yüce saraylarda
yaşayan sultan ve gökler gibi yüce bir makama sahip olan hâkan, eğlence
meclisinin Cemşîd’i, İnsaflı Dârâ, merhamet ve adaletli Kisrâ, zamanın
İskender’i, doğunun ve batının sultanı, denizlerin ve karaların şahlar şahı,
zamanın Dârâ’sı yani muradına kavuşmuş olan şâh Süleymân –Cenâb-ı Hak, onu
cennet bahçelerinde yaşatsın- hazretlerinin azamet ve şiddetinin Anka kuşunun
kanadı ile ikbal ve saadet Simurgunun kanatları âlemin her tarafına gölge
salmıştı. Padişahın haşmetli devletinin zamanında kötü tabiatli olan din ve
millet düşmanlarının boynuna padişahın düşmanlık ipi geçirilmiş, güçlerinin
ayakları ise padişahın azabının bağıyla bağlanmıştı. Böylece bu düşmanlar
rezillik ve rüsvalık zindanlarında halsiz bir şekilde yatarlardı.
Yazarın Şiiri
Heybetinin kılıcının kıvılcımı dağlara
erişse, Kaplan, korkusundan kendisini denizlere atardı
Heybetinin kılıcının gölgesi denizlere
düşse, Timsah kendisini çöllere atardı
Pâdişah, zamanı emniyetli hale getirip
ülkeyi adaletle doldurunca duyguların ve arzuların durulduğu zaman olan ömrünün
son yıllarında biraz dinlenerek vakit geçirmek istedi. Bunun için de adalet
döşeğine uzanıp iyilik sofraları kurdurdu. İnsanlara iyiliklerde bulundu,
halkını koruyup gözetti ve savaşlarda esir bağlama arzusunun yerini avlanma
merakı aldı. Fakat Macar kâfirlerinin lanetli liderleri, âlemin sığınağı olan
padişahın bu tavrını yanlış yorumlayarak padişahın ihtiyarlığa yenildiğini ve
adım atamayacak kadar güçsüz düştüğü için sefere çıkamayacağını zannettiler. Bu
lanetli topluluğun başlarından kılıç ve baltayı birkaç gün eksik edip başlarını
taşla ezip çamura bulandırmayınca ve altı dilimli topuz şahinini kafalarına
kondurmayınca imkânsız hayaller kurduran kuşlar, bunların boş kalan kafalarının
yuvalarına yumurtladı. Bu hayallere kapılan kâfirler vergilerini ve haraçlarını
göndermekte gevşeklik ve ihmal göstermeye başladılar. Ara sıra uyarı baltaları
başlarına vurulunca da ikiyüzlülük siperlerine yatıp sanki iyi geçinmek
istiyormuş gibi davranıyorlar, fakat yine de hile perdeleri arkasında boş
hayaller peşinde koşuyorlardı.
Bu zamanda vezir olan Ali Paşa, şişmanlık
hastalığı ve vücudunun ağırlığı sebebiyle sefere çıkmaya ve huzurunun kaçmasına
sebep olacak olayları yaşamaktan korktuğu için kâfirlerin bu hallerini
padişahın yüce makamına olduğu gibi aktarmıyor, sürekli barış yollarını takip
ediyordu. Ali Paşa, sonunda bu fani âlemin sıkıntılarından kurtulup ebedî
âlemin rahatına doğru yolculuğa çıkınca padişahın vekilliği ve en yüce vezirlik
makamı olan sadrazamlık makamı Hazret-i Süleymân’ın meşhur veziri Âsaf gibi
tedbirli, iş görmekte eşsiz ve benzersiz, ihtişâm sahibi vezirlerin en
muteberi, gece gündüz sürekli iyi hallere sahip, demir gibi sağlam pazulu
yiğit, İran’ın meşhur yiğitlerinden Nerîmân’ın gücüne ve Kahramân’ın kahrına
sahip, savaş meydanında kılıç oynatan, doğuda ve batıda baş kaldıran asilerin
boynuna kement geçiren, gazalarda düşman saflarını yararak ilerleyen mücâhid ve
gâzî yani yüce vezir Sokullu Mehmed Paşa’nın –Allah onu isteklerinde muvaffak
kılsın- cihanı aydınlatan yüzünün güzelliğiyle aydınlanıp güzelleşti. Paşa
hazretleri din ve devlet işlerinin yürütülmesi için kolları sıvayınca
kâfirlerin bahsi geçen hallerini yüce padişaha arz etti. Âlemin sığınağı olan
pâdişah bu durumdan haberdâr olunca kahramanlığı gayrete geldi ve cesur
karakteri hemen harekete geçerek hemen o gün cihâd için gerekli olan
hazırlıklara başlanmasını emretti. Ayrıca bütün askerlere ferman göndererek
savaşa hazırlanmalarını emretti. Bu yüce ferman gereği zafer kazanmaya alışmış
olan bütün komutanlar, emirleri altındaki askerleri ve hizmetçileriyle
“Süleyman'ın orduları toplandı (Neml; 17)” âyetine uyarak padişahın savaş
bayrağının gölgesinde toplandılar. Sokullu Mehmed Paşa, padişaha bağlanma
makamında bulunmanın verdiği mutlulukla ve cihan sultanına yakın olmanın nasıl
bir baht olduğunu bilerek askerlerin önemli ihtiyaçlarını halletti, halkın
işlerini yoluna koydu ve sefere çıkmak için gereken bütün tedbirleri aldı. Paşa
vezirliğin gereği olan bu işleri hallettikten sonra pâdişahın verdiği sefer
emri üzerine asker denizi içinde bir dalgalanma meydana geldi; hedef gemisinin
yelkenleri açıldı, birikmiş silah ve mızraklardan etrafa ateşler saçılarak
seferin uzun yolları ve yüksek tepeleri kat edildi. Sonunda zafer kazanmaya
alışmış askerler hedeflenen menzile ulaştılar ve padişahın savaş çadırının
kubbesi feleğin kubbesine ulaştırıldı, çadırın kapısının perdeleri de
mızraklarla yere dikildi.
Beyit
Bu çadırın kubbesi göğe yükseltildi,
mızrağı da yerin derinliklerine saplandı.
Savaş aslanı ve insan avlayan kaplanlar
olan askerler, o gece mızrak ve süngüden oluşan kamışlıkta dinlenerek yıldız
topluluklarını ve kayan parlak yıldızların kıvılcımlarını ve saçtıkları
ateşleri izlediler. Ansızın savaş gününün kutlu gününün sultanı, güneşin feleği
döven topuyla parlak sarayı feth edip sabah vaktinin kalesinin burcuna
bayrağını dikti. Kahraman askerler topluluğu da Sigetvar kalesinin etrafında
toplanarak yenilmeye mahkum kâfirleri boğazlamak için tasmalar hazırladılar.
Her şekilde kaybetmeye alışana lanetli kafirler kendilerini asker denizinin
ortasında ve ejderhanın halkası içinde görerek âlem arsasında yok olacaklarını
anladılar. Fakat cehaletleri sebebiyle inatlarında ısrar ederek günlerce
savaşmayı tercih ettiler. Savaş meydanının yiğitlerinin düşmanları yakıp
kavuran kılıçlarının yıldırımları düşmanların evlerine ateşler salarken
şehitler ve gaziler yok olma pazarında can alıp vermekteydiler. Bu sırada
ansızın “Dirilten ve öldüren O'dur. O'na döneceksiniz. (Yûnus, 56)” ayetinin
makamından “(Rabbine) Dön! (Fecr, 28)” nidası yetişti ve cihan sultanı olan
Kanunî Sultan Süleymân cihan tahtından Rıdvan cennetlerinin otağlarına
salınarak gitti. Yüce sultan bu toprak merdivenlerden Cenâb-ı Hakk’ın bağışlama
sarayına yükselerek “Onlar yüksek mertebeler içinde güvendedirler (Sebe, 37)”
ayetinde durumları belirtilen dostlarının yanındaki makamına gitti. Bilgili ve
savaşçı olan yiğit vezir bu çok tehlikeli haberi sabah namazı vaktinde aldı.
Hikmet sahiplerinin “sırrına koruyucu talep edersen, onu yaymış olursun” sözüne
uyarak söz konusu sırrı dört duvara benzeyen dört unsurdan oluşan vücudundaki
can hapishanesinde sakaldı, belki bu haberi kendi canından bile gizledi.
Cenâb-ı Hakk’ın yardım ve inayetiyle muvaffak olabilmek için O’nun yüce
dergâhına binlerce ağlama ve inlemeyle yöneldi ve yalvarıp yakararak yardım
talep etti; kusurunu itiraf edip eksikliğini Allâh’a arz etti.
Yazarın Mesnevisi
Yalvarma yüzünü toprağa koyarak, Yüce Allâh’â
dua etti. Dedi ki: “Ey gizli ve açık herşeyi bilen Allâh’ım! Gizli de ortada
olan da senin için aynıdır. Sultan Süleymân’ı memur ettiğin hizmeti yapmaya
benim gibi bir karıncanın gücü yetmez. Ben elinden hiçbir iş gelmeyen zavallı
ve kapında dilenen zavallı ve fakir bir kulunum! Beni dergahından mahrum bir
şekilde geri çevirme, çünkü hiçbir dilenci senin kapında ümitsiz olmaz. Burdaki
düzeni, hazineyi ve askerleri hatalara karşı gözet! Bize lutfunla yardım et,
bizi muzaffer kıl; fethi ve zaferi bizim için kolaylaştır. Yağmadan ve telef
olmadan koru; düşmanın yerimizi almasından bizi koru. Beni bu işe sebep kıldın,
utandırma. Beni şerefli yaptın, zavallı ve düşkün kılma. Bu büyük iş karışıp
bozulmasın, âlemin hali başka bir şekle bürünmesin. Seçilmiş peygamberinin
hakkı için, yüce zatının şerefi için şimdi senin sonsuz yardımının tam
zamanıdır; Allâh’ım yardım sadece sendendir”. Sadrazam bu şekilde çok yalvarıp
yakardı; Sonunda hazret-i Muhammed’in tertemiz ruhundan imdad erişti ve Yüce
Allâh’ın da yardımıyla fetih nasip oldu.
Hemen o saat içinde sadrazamın duasının oku
cevap hedefine isabet etti ve Cenâb-ı Hakk’ın fermanıyla “Ve şüphe yok ki bizim
ordumuz, elbette üstündür. (Saffât, 173)” âyetinin sırrı ortaya çıktı. Allâh’ın
yardımına mazhar olan askerler Sigetvar kalesini toplarla döve döve din ve
devlet düşmanlarının elinden kurtardılar. Düşmanların kanlarını mahvolma
arsasına dökerek başlarını da yokluk atının eyerine bağlı olan tasmaya astılar.
Savaş meydanının en iyi at binicileri olan
kahraman askerler, fırsattan yararlanarak kaçmaya çalışan lanetli kafirleri de
rüzgar gibi koşan ve savaş meydanında ateşler saçan atlarının ayakları altında
ezerek akılsız kafalarının taslarından dağ ve çöllerde yaşayan vahşi ve yırtıcı
hayvanlarla gökteki kuşlara ziyafet sofraları hazırladılar.
Beyit
O kahraman biniciler, dönen feleği vurmak
isteselerdi, o masmavi göğün yüzü kana bulanırdı.
Allah’ın yardımıyla zafer kazanan yiğit
askerlerin her biri Merih gibi bir elinde kan döken bir kılıç diğer elinde de
kesilmiş başla Müşteri karakterli vezirin huzuruna gelip başlarını yere
koydular. Padişahın Utarit gibi olan kâtibi, padişahın emrine uyarak savaşan
cesur askerlerin isimlerini güzel kokulu kalemle ipek kâğıtlara yazdı. Sadrazam
bu kahramanların her birini tatlı sözlerle övdü, cömertliğiyle bağış ve
ihsanlarda bulundu ve mertebelerini yükselterek arzularını yerine getirdi. Her
zaman üstün gelen cihan padişahından ayrılmanın acısının yakıcılığıyla,
sadrazamın bağrı gonca gibi kanlı ve gönlü lale gibi dağlanmış ve mahzundu.
Fakat hikmet ve maslahat gereği kendini halka gül gibi güleç, mutlu ve neşeli
gösterirdi. Her taraftan bu garip ve kıyamet gibi dehşetli fethin haberini
işiten isyankârlar, başlarını kaplumbağa gibi kabuklarına çektiler. İnsanlara
eziyet vermekten hoşlanan yılan tabiatli düşmanlar, uğursuz başlarını siyaset
taşıyla ezilmesi korkusundan deliklerine geri soktular.
Sadrazam yeni feth edilen kalenin
güvenliğinin sağlanması ve tamir edilerek kullanılır hale getirilmesi için
orduyu bir müddet daha burada oyalayıp Kanunî Sultan Süleyman yaşıyormuş gibi
davrandıktan sonra yola çıkmak için hazırlıkları tamamlattı. Ardından da büyük başarı
kazanan orduyu gururlu ve yiğit bir şekilde idare ederek sultanın askerlerini,
çadırını ve hazinelerini sağ salim bir şekilde saltanat merkezine doğru yola
çıkardı. Velhasıl-ı kelam tam tamına kırk sekiz gün boyunca büyük gayret
göstererek padişahın öldüğü haberini kendisinden bile gizleyerek sır perdesinde
sakladı; uygunsuz haberlerin yayılmasını ustalıkla engelledi. Taptaze bir gül
yaprağı gibi olan yüzünün şerefiyle ve alnının akıyla padişahın emaneti olan
ordusunu ve hazinesini Osmanlı devletinin çerağı, saadet ve ikbal bağının gülü,
İskender tacına ve Hazret-i Süleymân’ın sihirli yüzüğüne sahip, Cem gibi tahta
süs veren, Osmanlı ailesinin gözbebeği, zaman ve zeminin arsasında saltanat
süren sultanların yüz akı olan padişaha, yani cihanın âdil sultanı, derya
gönüllü, şerefli, tac ve taht sahibi, din ve devletin sığınağı ve makamı gökler
kadar yüce olan Osmanlı sultanına yani Kanunî Sultan Süleymân’ın oğlu Selim Han
–Allah onun hilafetini ebedî kılsın, adaletinin ve iyiliğinin eserlerini
artırsın- hazretlerine teslim etti. Sultan Selim Hân da sadrazama izzet ve
ikramda bulunup kendisine şeref elbiseleri giydirdi, onu kendisine sadrazam
atadı. Böylece Sokullu Mehmed Paşa iki büyük sultanın sadrazamı olmak gibi
büyük bir şerefe nâil oldu. Bahtlı ve yüce taht sahibi olan genç padişah
saltanat tahtına oturup yüzünün güzelliğiyle âlemi aydınlattıktan sonra
mehtercilere davul ve kös çaldırarak Osmanlı tahtına çıktığı haberini bütün
âleme duyurdu. Padişahın bu haberi öyle yüksek sesle dillendirildi ki âlemin her
tarafı bu sesle titredi. Sultanın saltanat çadırının ipleri göklerin kubbesine
ve Tuba ağacının dallarına bağlandı; başkaldıranların boyunları ve asilerin
başları itaat ipine çekildi. Sultanın saadet kapısı, zalimlerin özür dileyip
yüz sürdükleri diğer sultanların da saygı belirterek
öptükleri eşik oldu. Sultan, askerlerini ve
halkını emniyete ve huzura kavuşturup onları sonsuz iyilikleriyle koruyup
gözeterek şerefli dedelerinin âdetini aynen uyguladı.
5. Çevriyazı
Metin5
Ve bu kâr-ı hatîrun hutûrına bâ‘îs ol
olmuşdur ki merhûm u mağfûrun leh sultân-ı azîmü'ş-şân es-sâkînü fî a‘lâ
gurafi'l-cinân halîfe-i dîndâr fermân-fermâ-yı âlî-mikdâr pâdişâh-ı
gerdûn-şükûh şâhenşâh-ı encûm-gürûhbâlâ- nişîn-i mesned-i hilâfet-i kübrâ
sipehsâlar-ı iklim-i ‘azamet ü kibriyâ rafi'-i râyât-ı saltanat u cihandârî
mazhar-ı âyât-ı feth ü nusret u kâmkârî ve sâhib-kırân-ı sa'âdet-karîn
fermân-revâ-yı ‘arsa-i zemân ü zemîn sultân-ı eyvân-ı keyvân-rif‘at ve hâkân-ı
âsumân-menzilet
Kıt‘a Li-Müellifihi
Cemşîd-i îş ü ‘işret ü Dârâ-yı dâd-gîr
Kisrî-i adl ü re'fet ü İskender-i zemân
Sultan-ı şark u garb şehinşâh-ı berr ü bahr
Dârâ-yı dehr şâh Süleymân-ı kâmrân
Eskenehullâhu ferâdise'l-cinân hazretleri
kim bâl-ı ankâ-yı azamet ü celâl ve şeh-per-i simürg-ı sa‘âdet ü ikbâli mufârık-ı
âlem ü alemyâna sâye salup zemân-ı devlet-i kader-savletlerinde a'dâ-yı
bed-cibillet-i dîn ü milletün gerden-i kudretleri giriftâr-ı gıll u ……ve pây-i
istitâ’atleri beste-i ikâl-i nekâl olup zindân-ı hızy ü hızlan içinde bî- mecâl
yaturlardı.
Li- müellifihi:
Kuhsâra irse şu'le-i şemşîr-i heybeti
Deryâlara atardı özin havfden peleng Deryâya düşse sâye-i tîğ-ı mehâbeti
Per-tâb iderdi kendüyi sahralara neheng
Zemân bu resme emân bulup mülk ü adl böyle
tev'emân olmışken evâhir-i ‘ömr-i azîz ki vakt-i sükûn-i hevâ vü âvân-ı
istirâhat-i kuvâdur bir mikdâr ferâğ-ı hâtır ile güzerân itmegiçün bisât-ı
ma'delet ve simât-ı semâhatde bezl-i kerem ve bess-i eyâdî vü ni‘âm birle
raiyyet-perverlik kâ‘idesin mer‘î tutup hevâ-yı kayd-ı üsârâyı sayd-ı şikâra
mübeddel kılmışlar idi. Lâkin hüdâvend-i âlem-penâhun bu tavrın küffâr-ı
kec-pindârdan serdâr-ı füccâr-ı Macâr olan la‘în-i bed-kirdâr galebe-i za'f-i
pîrî ve süstî-i pây-ı dilîri sebebi ile seyr ü harekete ‘adem-i kudretleri
olmağa haml eyledi. Ve mel‘un-ı nikûn-bahtın birkaç gün darb-ı tîğ ü teber [3a]
ve hacer [ü] meder başından eksük olup şâhin-i şeş-per kafasına konmamağla
mürg-i hayâl-i muhâl âşiyâne-i dimağına beyza vaz' idüp
5 Çalışmamızda
Fezâil-i Cihâd’ın Süleymâniye Kütüphanesi Hamidiye 232’de bulunan nüshasının
2b-5b varakları arası kullanılmıştır.
vaktiyle bâc ü harâcın irsâl ü isâlde
terâhî ve te'hîr ve tehâvün ü taksîr üzere oldı. Ve gâhî teber-i tenbîh ile
başına kakıldıkça siper-i nifâkı çehre-i vifâka çeküp pes perde-i hiyelden
hayâl-bazlığa başlamış idi. ‘Ahd-i mezbûrda vezir-i mülk ve müşîr-i memleket
olan Ali Paşa ‘illet-i semen ve sıklet-i beden belâsıyla mûceb-i seyr ü sefer
ve münâfî-i huzur-ı hazar olmak havfından suret-i mâcerâyı vukû’ı üzere pâye-i
serîr-i gerdûn-nazîre ‘arz itmeden i’râz idüb dâimâ tarîk-i müsâheleye sülük
iderdi. ‘Âkıbet bu mihnet-serâ-yı fenadan rıhlet zarûrî düşüp râhat-âbâd-ı
bekâya irtihâl itdükde ol sadr-ı ‘âlî ve müttekâ-yı mesned-i me’âlî ki rütbe-i
vezâret-i uzmâ vü menzile-i vekâlet-i kübrâdur cenâb-ı Âsaf-menâb vezîr-i
lâ-nazîr bâlâ-nişîn-i bâr-gâh-ı tedbîr umde-i vüzerâ-yı ‘izâm-ı sâhib-ihtişâm
hülâsa-i etvâr-ı edvâr-ı leyâlî vü eyyâm düstûr-ı dilîr-i âhenîn-bâzû pâşâ-yı
dilâver-i kahramân-kahr u Nerîmân-nîrû şemşîr-bâz-ı ma’reke-i darb u harb
kemend-endâz-gerden-keşân-ı şark u garb Âsaf-ı saf-ârâ-yı me’ârik u megâzî
hazret-i pâşâ-yı mücâhid u gâzî el-vezîru’l-a’zemu’l-ekrem ve’l-müşîru’l-
mu’azzamu’l-mufahham Mehmed Paşâ veffekahullâhu limâ yeşâ hazretlerinün
cemâl-icihân-ârâlarıyla nûr u safâ ve zînet ü ziyâ bulup tedârük-i mühimmât-ı
dîn ü devlet ve telâfî-i mu’azzamât-ı umûr-ı mülk ü millete mübâşeret
buyuruldukda gurre-i ahvâl-i husûs-ı mezkûrı mevkıf-ı arz-ı hüdâvendîye îsâl
vâki’ oldı. Pâdişâh-ı ‘âlem-penâh bu hâlden âgâh olıcak muktezâ-yı gayret-i
gazanferî ve cür’et-i İskenderî nihâd-ı şecâ’at- nijâdlarında harekete gelüp ol
günden mukaddimât-ı vezâyif-i cihâd ve cemî’ asâkir u ecnâda fermân-ı kazâ-
tüvân-ı sultânî cereyân idüp mûceb-i emr-i ‘âlî hadem ü haşem ve ashâb u ahzâb
ve asâkir-i zafer-yâbdan kim var ise ُهدُ وُنجُ َنامَ يْ َلسُ ِلرَ شِ حُ وَ
hasebince zıll-i râyet-i hümâyûna muntazım oldılar. Pâşâ-yı ‘âlî-cenâb rikâb-ı
sa’âdet-
intisâb-ı sultânîde baht u devlet gibi
kurb-ı mülâzemet üzere tedbîr-i mühimmât-ı leşkeri ve tertîb u ri’âyet-i
ra’iyyet-perveri ne ise ber-muktezâ-yı
vezâ’if-i vezâret ve müdde’â-yı merâsim-i vekâlet sâhte vü perdâhte kıldıktan
sonra telâtum-ı emvâc-ı[3b] deryâ-yı efvâc içre i’lâm-ı nusret-encâm-ı
sultânîden sefîne-i ubûra bâdbânlar açılıp terâküm-i silâh u rimâhdan etrâf-ı
‘âleme ateşler saçılarak kat’-ı menâzil-i dûr u dırâz ve tayy-ı merâhil-i nesîb
u firâzla ser-menzil-i maksûdı muhassım-ı asker-i zafer-rehber ve kubbe-i
bârgâhı künbed-i gerdûna hem-ser idüp südde-i sürâdıkât-ı ikbâle nîze-i ikâmet
nasb olundı.
Beyt
Fürû şûd be-mâhî vü ber şûd be-mâh În nîze
vü kubbe-i bârgâh
Şîrân-ı kârzâr ve pelengân-ı merdüm-şikâr
ol gice neyistân-ı nîze vü sinân arasında ârâm idüp mevâkib-i kevâkib ve
cünûd-ı şihâb-ı sâkıb şerer-engîz u âteş-endâz oldukların temâşâ kılurken nâgâh
sultân-ı rûz-ı firûz-ı ceng top- ı gerdûn-kûb-ı âfitâbiyle kal’a-i mînâyı feth
idüp burc-ı bârû-yı subhgâha ‘alemlerin dikdi. Dilâverân-ı cünûd ve kümât-ı
âsûd dahi turdılar cavk cavk hisâr-ı Sigetvârun etrâfına varup küffâr-ı
hezîmet-şiârun boğazların almağa tavk bağladılar. Melâ’în-i hasâret-âyîn kendülerin
lücce-i deryâ vü halka-i ejdehâda görüp vücûd-ı bî-sûdları ‘arsa-i ‘âlemde
nâ-bûd olacağın bildiler. Lâkin gayret-i câhiliyye hasebiyle inâdları üzre
ısrâr idüp bir nice gün ceng ü âşûb ihtiyâr itdiler. Merdân-ı kârzârun berk-i
şemşîr-i düşmen-sûzları turmayup hânumân-ı a’dâya âteş salmada ve şühedâ vü
guzât bâzâr-ı fenâda cân virüp cân almada iken nâgâh bârgâh-ı نَ وعُ جَ رْ ُتهِ يْ َلِإوَ ُتيمِ ُيوَ يِيحْ ُيوَ
ُهcenâbından nidâ-yı يعِ جِ رْ اirişüp sultân-ı kişver-sitân serîr-i saltanat-ı cihândan
serâ-perde-i
ravza-i rıdvâna hırâmân oldı ve medâric-i
hâkden tâk-ı mağfiret-i Yezdân-ı pâke urûc idüp bezm-i harîfân-ı نَ وُنمِ آِتاَفرُ غُ لْ ايِفمْ ُهوَ içre mekân
buldı. Pes bu haber-i ‘azîmu’l-hatardan vezîr-i ‘âkil-i ferzâne ve müşîr-i
kârdân-ı merdâne salât-ı subh-gâh üzere âgâh olup muvâfık-ı kavl-i hükemâ هاشفااظفاحهرسلبلطنم hükmünce râz-ı mezkûrı çâr
dîvâr-ı anâsırdan hem-hâne-i cân belki
cân-ı ‘azîzden nihân idüp bu kâr-ı mu’azzamdan ‘inâyet-i Bârî yârî ve tevfîk-i
ilâhî meded-kârî kılmağiçün Cenâb-ı Kâdıyu’l-hâcâte hezâr nâliş u sûzişlerle
tazarru’ u niyâza âgâz eyledi. Dergâh-ı Mûcibu’d-da’avâtdan istid’â-yı ‘avn ü
‘inâyet idüp ‘acz u kusûr ve taksîr u fütûrın ‘arz kıldı.
Mesnevî Li-Muharririhi Koyup vech-i niyâzı
rûy-ı hâke
Münâcât eyledi Yezdân-ı pâke
[4a]
Ki ey dânende-i peydâ vü nihân Sana peydâ
vü pinhân cümle yeksân
Şu hıdmet ki Süleymân oldı me’mûr Ana
yetmez bilirsün tâkat-ı mûr
Elümde nesne gelmez bir hakîrüm Kapun
hânendesi kemter fakîrüm
Beni mahrûm gönderme tapundan Çü sâ’il
nâ-ümîd olmaz kapundan
Bu nâmus u bu genc ü bu sipâhî Hatâlardan
nigehdâr ol ilâhî
Kılup lutfunla mansûr u muzaffer Sen eyle
feth u fîrûzı müyesser
Himâyet eyle târâc u telefden
Nigehdâr ol ‘adû-yı nâ-halefden
Sebeb kıldun beni şermende kılma Ser-efrâz
eyledün efkende kılma
Müşevveş kalmasun bu emr-i mu’zam Diger-gûn
olmasun ahvâl-i ‘âlem
Resûl-i müctebânun hürmetiçün Cenâb-ı
kibriyânun ‘izzetiçün
Dem-i ‘avn ü ‘inâyetdür be-gâyet ‘İnâyet
senden Allâhum ‘inâyet
Bu nev’a kıldı çok efgân u zârî Yetişdi
‘âkıbet tevfîk-i Bârî
İrişdi feth u nusretler Hudâdan Mededler
rûh-i pâk-i Mustafâdan
Hemân sâ’at sihâm-ı da’vet hedef-i icâbete
isâbet idüp be-fermân-ı Kâdir-i Gird-kâr sırr-ı mazmûn-ı نَ وُبِلاغَ لْ امُ ُهَلاَندَ نجُ َّنِإوَ âşikâr oldı. ‘Asâkir-i mansûre kal’a-i mezkûreyi döge döge düşmen-i
dîn ü devlet elinden istihlâs idüp hûnların ‘arsa-i tebâha rîhte ve serlerin
fitrak-i fenâya âvîhte kıldıktan sonra şeh-süvârân-ı meydân-ı kin
fürce-i fırsatdan âheng-i girîz iden
melâ’ini pâymâl-i havâfir-i bâd-pâyân u sahrâ-neverd ve âb-reftâr u âteş-
neberd eyleyüp kâse-i ser-i bî-mangırlarından sibâ’ u behâyim-i kûh u sahrâ ve
murg-ı hevâya mâide-i ziyâfet müheyyâ vü müretteb kıldılar.
Beyt
Şehsuvârânî ki ger bâ-çerh cestendî be-zed
Surh-ı gerdendî be-hûn rûy-ı sipihr-i lâciverd
Andan dilâverân-ı leşker-i mansûr u
muzaffer her birinüň Mirrîh-sıfat bir elinde tîğ-i hûn-pâş ve bir elinde
kesilmiş baş pişgâh-ı vezir-i müşterî-zamîre gelüp ser-ber zemîn itdiler. Ve
yoldaşlık iden merdân-ı dilîrün esâmîsin debîr-i Utârit-nazîr hâme-i
müşkîn-rakâm birle ruk’a-i harîre tahrîr idüp envâ-ı sehâ vü atâ ve terakkî vü
murâd-bahşlıklarla her birine nüvâzişler kıldı. Egerçi firkat-i şâh-ı cihân ve
hirkat-i nâr-ı hicrân-ı sultân-ı sâhib- kıran ile gonçe-sıfat bağrı hûn ve
lâle-veş derûnı tîre vü mahzûn idi. Velâkin ber-muktezâ-yı hikmet ve berâ-yı
maslahat halk yüzine kendüyi gül gibi hurrem u handân ve mesrûr-ı şâdmân
gösterürdi. Ve bu feth-i garîb [ü] kıyâmet-nehîbi gûş iden gerdân-keşân-ı etrâf
u nevâhî başların keşef gibi giribân-ı hamûle çeküp [4b] a’dâ-yı ef’î-nijâd u
mûzî-nihâd ser-i bî-devletlerin kûfte-i seng-i siyâset olmak havfından sürâh-ı
kemûne ser-nigûn itdiler. Ve bir niçe gün dahi tedârük-i mülk-i nev-feth içün
mahall-i ma’hûdda âsâyiş idüp tılsımât-ı tedbîrle dîvân-ı Süleymânı zabt üzre
kal’a-i merkûmenün rahne vü sülmesin sedd ü ıslâha istihdâm itdükden sonra
raht-ı rahîl bağlayup devlet-i sa’âdet ü mehâbet ve sarâmet-i sıhhat ü selâmet
üzre asâkir u hazâyin-i hüsrevânî ve bâr u bengâh-ı bârgâh-ı sultânî birle
der-i devlet-i verâset-penâh mülk-i saltanat savbına ‘avdet-i hümâyûn gösterüp
el-kıssa kırk sekiz gün temâm cedd ü ihtimâmla sırr-ı mezkûrı nihân-hâne-i
hafâda ihfâ idüp perde-i râzdan taşra nağme-i nâ-sâz düşürmedin gül-berg-i ter
ü tâze gibi yüzi suyıla emâneti dergâh-ı gerdûn-dest-gâh-ı sultânî ve bâr-gâh-ı
felek-iştibâh-ı hâkânî çerâğ-ı rûşen-handân-ı devlet ve nihâl-i gülşen-i ikbâl
ü sa’âdet tâcdâr-ı İskender- âyîn taht-nişîn-i Süleymân-nigîn u Cem-tezyîn
nûr-ı dîde-i dûdmân-ı âl-i ‘Osmân âb-ı rûy-ı selâtîn-i ‘arsa-i zemîn ü zemân
Li-Müellifihi
Hüdâvend-i cihân sultân-ı âdil şâh-ı
deryâ-dil Ser-efrâz u serîr-efrûz-ı tâc u taht-ı sultânî
Penâh-ı dîn u devlet pâdişâh-ı âsmân-rif’at
Cenâb-ı şeh Selîm bin Süleymân Hân-ı ‘Osmânî
Halledallâhu te’âlâ eyyâme hilâfetihi ve
efâze ‘ale’l-‘âlemîne âsâre birrihi ve ma’deletihi savbına teslîm itdükde
teşrîf-i hil’at-i i’zâz u ikrâm ve iclâl ü
i’zâm ve tevkîr u ihtirâm birle ser-efrâz olup menşûr-i vezâret-i iki sultân-ı
‘azîmü’ş-şânın tevkî’ u tuğrâ-yı kabul u ikbâliyle zînet buldı. Ve sultân-ı
civân-baht-ı âsumân-taht bâlâ-yı çâr-baş- ı devlet ve serîr-i saltanatda
temekkün bulup cemâl-i cihân-tâbı rûşenî-bahş-ı çerâğ-ı âfitâb olıcak hemân
südde- i dergâh-ı ‘âlem-penâhdan velvele-i tabl ve nakâre-i mehteri ve
gulgule-i kûs-ı ikbâl-i İskenderi ‘arsa-i ‘âleme zelzele bırakdı. Ve sıyt ü
sadâ-yı ra’d-âsâ-yı nevbet-i şâhî endâm-ı âsumâne lerzeler bırakdı. Tınâb-ı
bârgâh-ı câh u celâl ve sâyebân-ı sa’âdet ü ikbâl şâh-ı şecere-i tûbâ vü
kungure-i kasr-ı mînâya bağlanup rikâb-ı gerden- keşân-ı cihân u ser-firâzân-ı
zemân tavk-ı tâ’at ……… ‘ubûdiyyetine geçdi. Südde-i sa’âdeti secde-gâh-ı
cibâh-ı cebbârân ve âsitâne-i devleti bûsegâh-ı şifâh-ı cihândârân olup sipâh u
ra’iyyeti sâhat-i emn ü emânda vüfûr-ı bezl-i ihsân-ı bî-imtinân ile [5a] mer’î
kılup ifâza-i in’âm-ı ‘âm itmede ihyâ-yı sünnet-i âbâ-yı kirâm u ecdâd-ı ‘izâmı
kâ’idesin icrâ eyledi.
Kaynakça
Arslantürk, H. Ahmet-G. Börekçi (2012).
Feridun Ahmed Bey, Nüzhet-i Esrarül-Ahyar Der-Sefer-i Sigervar: Sultan
Süleyman’ın Son Seferi. İstanbul: Zeytinburnu Belediyesi Kültür Yayınları.
Arslantürk; H. Ahmet- M. Kaçar (2012).
Merâhî’nin Fetihnâme-i Sigetvar’ı, Kanuni’nin Son Seferinin Şiirsel Anlatımı.
İstanbul: Okur Kitaplığı.
Demireğen, Ahmet Kerim (2006).Kanuni Sultan
Süleyman’ın Sigetvar Seferi (Hazırlıklar ve Fetih). Yüksek Lisans Tezi. Selçuk
Üniversitesi.
Eravcı, H. Mustafa (2010). “Gelibolulu Mustafa
Ali ve Heft Meclisi Adlı Eseri”. Tarih Okulu (4). 1-16.
Güleşen, Füsun. “Burçların Minyatür olarak çalışılması”. www.
http://fusungulesen.blogspot.com.tr/2011/07/burclar.html (ET: 01.04.2015)
Kararmaz, Meryem (1996). Heft Dâstân Adlı
Eserin Tahkikli, Transkripsiyonu ve Tahlili. Yüksek Lisans Tezi.
Kayseri: Erciyes Üniversitesi Sosyal.
Koşik, Halil Sercan (2014). “Baki'nin
Arapçadan Tercüme Mensur Bir Eseri: Feza'il-i Mekke Yahut el-İ'lam bi- A'lami
Beledillahi'l-Haram Tercümesi”. Dil ve Edebiyat Araştırmaları Dergisi
(10):131-148.
Küçük, Sabahattin (1994). Bâkî
Dîvânı-Tenkitli Basım. Ankara: TDK Yayınları.
Naç, Kübra (2013). Âgehî'nin Fetihnâme-i
Kal'a-i Sigetvar'ı (İnceleme-Metin). Yüksek Lisans Tezi. İstanbul: Fatih
Üniversitesi.
Özcan, Nurgül, Kübra Naç (2012). “Âgehî'nin
Fetih-nâme-i Kal'a-i Sigetvâr’ı”. Akademik Araştırmalar Dergisi (14- 53):
121-134.
Şentürk, A. Atilla (1994). “Osmanlı
Edebiyatında Felekler, Seyyâre ve Sâbiteler (Burçlar)”.Türk Dünyası
Araştırmaları (90): 31-180.
No comments:
Post a Comment
Note: Only a member of this blog may post a comment.